24 Ocak 2012 Salı

Uzak Ülkenin Birinde

İkinci gün ikinci yazı. Hayatımda pek çok şey var bugüne kadar başlayıp yarım bıraktığım. Müzik ve denizden hiç bıkmadım, zaman zaman çok üzülsem ve umutsuzluğa kapılmış olsam da. İstanbul Yelken Kulübü'nde yarıştığım yıllarda pek de öyle derece yapan bir sporcu değildim ve bu pek çokları için yelkeni bırakma sebebi olabilirdi ve olmuştu da ama benim için yelkencilik denizle bir buluşmaydı. Kendimi olabildiğimce özgür hissettiğim, Pan'ın nefesiyle oradan oraya savrulduğum bir macera. Karayı arkada bırakmak, ve bütün dünyadan ayrık bir noktada, oraya hem yakın hem de uzakta olmak. Yarışmak benim için kulüpten tekne alabilmenin bir yoluydu sadece. Yarışçı iseniz bir tekne verirlerdi size ve bir yelken. Dereceye giremezseniz başarısızdınız başkalarının gözünde ama bu hiç de önemli değildi benim için. Ben ne olursa olsun denizde olmalıydım.

Müzik ayrı bir serüven. İlkokuldan bile önce dayım elime bir ağız armonikası tutuşturmuş. Sabahtan akşama kadar çalıp duruyorum. Tabi o zaman nereden bileyim hayatımı bu işle kazanacağımı. Müzik ruhun gıdası derler ama beni, hayatımın hatırı sayılır bir bölümünde umutsuzluktan, depresyona kadar her türlü kötü ruh hali ile tanıştırmıştır. Benim ruhuma ilaç olmamıştır çoğu zaman. Lise yıllarında elime aldığım gitarı hiç bir zaman bırakmadım. Hala da bir nefer gibi taşımaktayım. Müzik serüveni uzun ve sayfalara sığmaz. İlk ciddi gurubum Serüven'in hikayesi biraz zorlasam kitap olur. Sonrasındaki solo kariyer denemeleri, Yüksek Sadakat ve daha nice hikaye. Söylemeye çalıştığım müzik de kendini bıraktıracak kadar zorlamıştır beni. Şarkılar yazıp bunları dinletememek büyük acıdır. Yaralanırsınız. "İnsanlar beni anlamıyor" diye düşünür umutsuzluğa kapılırsınız. Plak şirketlerinin kapısından döner, o hiç yapılmayacak toplantılar için gün sayarsınız. Kuvvetli olmak gerekir zira bu yolda yürürken çok darbe alırsınız. Bankacı ya da avukat olmamak için savaşır, sonunda müziğini hiç sevmediğiniz bir starın arkasında vokal yaparken bulursunuz kendinizi. O zaman da sorgulamaya başlarsınız hayat kararlarınızı. Ama ne şarkılarınızı anlamaya çalışmayan yapımcılar, ne provalara vaktinde gelmeyen müzisyen arkadaşlar, ne de maddi sıkıntılar bıraktıramaz size. Zira bir gün gelir bakarsınız bütün hayatınız yazdığınız şarkılardadır, hayatınız şarkılarınız olmuştur ve şarkılarınız da hayatınız. 

Bu blog işi ne kadar sürer, nereye kadar gider bilemem. Sanırım anlatmaya çalıştığım şey hayatımda ilgi ve istekle başladığım pek çok şey yerini hep başka bir şeylere bırakmıştır. İkinci gün ikinci yazı belki hızlı bir başlangıç sayılabilir ama gerisini bekleyip görmekten başka yapabileceğimiz pek fazla şey yok sanırım.

İlk yazının sonu Amerika'da okul yıllarında ilişkin bir ruh hali tasviri ile bitmişti. Bu hal bana birkaç hikaye hatırlattı. Bin dokuz yüz doksanların başları. Doksan bir ya da doksan iki senesi. Ben o zaman San Diego'da yaşıyorum. Master yapmak için gitmişim. Gittiğimde evlerinde dört ay yaşadığım aile ile görüşmeye devam ediyorum. Bu insanlar hayattaki en büyük şanslarımdan biri olmuş, bunu yıllar geçtikçe kavrıyorum. Her neyse babanın "Cinco di Mayo" adlı bir teknesi var, şehir merkezinde da bir marinada duruyor. Otuz feet civarında bir tekne bu. Zaman zaman hafta sonları denize çıkıp yelken basıyoruz. Mission Bay çok büyük bir liman adeta küçük bir iç deniz. San Diego'yu okyanustan ayırıyor. Bütün amatör denizciler okyanusa çıkmaksızın burada vakit geçiriyorlar. Bir hafta sonu yine ailenin benimle aynı yaşta olan oğlu  Chad ile teknedeyiz. Hava yatık, hiç rüzgar yok. Yasak ama biz yine de bir şişe şarap açmış, takılıyoruz. Yelkenler basılı ama hiç yol yapmıyoruz. Bir ara yanımızdan sadece ana yelkeni basılı bir halde içerisinde çok kalabalık bir mürettebat ile gri gövdeli devasa bir yat sessizce ve fakat o rüzgarsız hava için mucize denebilecek bir süratle akıp gidiyor. Tabi ben büyük bir merakla teknenin adını okumaya çalışıyorum. 

Stars and Stripes. Bu ismi yelken dünyasıyla ilgili hemen herkes bilir. Müzisyen olup da Rolling Stones'u bilmemek gibi bir şeydir Stars and Stripes'ı bilmemek. Skipper Dennis Connor. Amerika'nın en hatırı sayılır yarışçısı o zamanlar.  Bin dokuz yüz seksen üçte teknesi Liberty ile Avustralya'lıların Australia II' sine geçilip, dört yıl sonra Stars and Stripes ile kupayı Amerika Birleşik Devletleri'ne geri getiriyor. America's Cup Hall of Fame'e girmiş efsane bir skipper. O yıllarda dünyanın en büyük yarış organizasyonu olarak kabul edilen America's Cup için San Diego Yat Kulübü adına yarışıyorlar. Kupa o yıllarda ağırlıklı olarak San Diego ile New York arasında gidip geliyor. Biz o gün Stars and Stripes'ı gördükten sonra ben bu yarışa kafayı taktım. Bütün tekneleri görmek istiyorum ama bu pek mümkün gözükmüyor. Tekneler karadan geliyor ve çekek yerlerine sevk ediliyorlar. Orada bakımları yapılıp donanımları yapıldıktan sonra suya iniyorlar. Denizde görmek için de çok şanslı olmak gerek çünkü antrenman saatlerini bilmek mümkün değil. Bu arada bir gün meşhur Top Gun filminin sahnelerinden birinin çekildiği restoranda yemek yiyoruz. Hani Tom Cruise'un co-pilotu piyano falan çalar, orası işte. Yakınında liman ve çekek yerleri. Restoranın yolu üzerinde ben çekek yerlerini mimlemişim, muhakkak gidip bir bakmam lazım. Yemekten sonra soluğu orada alıyorum ama içeri girmek mümkün değil. Ancak çekek yerlerini çevreleyen tellerin dışından bakabiliyorsun. Şanslı günlerden biri olacak ki Fransız teknesini görebiliyorum. Hafızam beni yanıltmıyorsa bir de İspanyol'ların teknesi. Teknenin kıçından başlayarak sancak kıç omuzluğuna kadar görülebiliyor. Birde direği falan. Ancak yanında duran başka tekneler yüzünden tamamını görmek mümkün değil. Çekek yerine yapılan bu ziyaretleri tekrarlayıp duruyorum ama ne başka bir tekne görebiliyorum ne de içeri girme teşebbüslerim başarıya ulaşıyor.




O sıralar iş arıyorum, çalışma iznim yok ama yine de arıyorum. San Diego Meksika'ya sınırı olan bir şehir ve bu yüzden yasa dışı yollardan buraya gelen pek çok Latin Amerika'lı var ve çoğunluğu Meksika'lı. Ben de düşünüyorum bu kadar kaçak insana iş var, bana da bir iş vardır muhakkak diye. Neyse gazetelerde takipteyim. Bir gün bir ilan: Amerika Kupası'nda gazetecileri taşıyacak teknede çalışacak adam aranıyor diye. Düşünsenize bütün o tekneleri denizde yarışırlarken görebilme şansım var. Hemen ilandaki telefonu çeviriyorum, ve son ana kadar konuşma çok olumlu seyrediyor. Yelkencilik geçmişimi falan anlatıyorum ve görünen o ki iş çantada keklik. Artık yüz yüze görüşme vakti. Ancak kapatmadan hemen önce karşıdaki ses aksanımı soruyor. Amerika'lı olup olmadığımı ve çalışma iznimi de tabi. Çalışma iznim yok ve işi alamıyorum. Görüşme boyunca gözlerimin önünden akıp geçen film mutsuz bir sonla bitiyor. The End.

Hernan Raul Saucedo. Amerika yıllarında okulda tanıştığım Arjantin'li en yakın arkadaşım. Bizden biri. Zaman zaman denize çıkıyoruz. İkimizin de motosikletleri var ve şehrin altını üstüne getiriyoruz. Okulda başlayan arkadaşlığımız bugün hala sürmekte. Okuldan sonra akşamları birlikte çıkıyoruz. Gecenin sonu genellikle Garnet Avenue'da bulunan çok büyük bir kafede içilen kahvelerle son buluyor. Zanzibar. Çok sosyal bir ortam ve her zaman yeni insanlar tanıyarak vakit geçirdiğimiz bir mekan. Bir gece yine aynı mekandayız ve sabahın ilk saatleri. Yan masaya kalabalık ve oldukça sarhoş bir gurup insan oturuyor. Yabancı oldukları belli. Yanlarında Amerika'lılar var ve bizimkisi aksanlı İngilizce ise onlarınki ne ? Biz Fransız'ız diye avaz avaz bağırıyorlar. Yanık tenli tipler ve sonunda konuşma başlıyor, bir süre sonra öğreniyoruz ki o yıl America's Cup'a katılacak Fransız mürettebat. Kahve içerek ayılmaya çalışıyorlar. Ekibin hikayesini merakla dinliyoruz. Yaklaşık bir saat sohbetten sonra artık dağılma zamanı. Ertesi gün denize çıkıp antrenman yapacaklar. Yarışta başarı dileyip ayrılıyoruz. İki gün sonra gazetenin spor sayfasına bakıyorum ve Fransız teknesi ile ilgili bir haber. Bir gün önceki antrenmanda tekneyi karaya oturtmuşlar. Büyük sayılabilecek bir bir hasar var ama limana dönebiliyorlar. Deniz Fransız'lara ve dolaylı olarak da bana önemli bir ders veriyor. Ne kadar deneyimli ve profesyonel olursanız olun, onun şakası yoktur. Yirmi yıl önce aldığım bu ders bugün hala aklımdadır.

Denizciler içmeyi sever. Bunu herkes bilir. Ama biz dikkatli ve emniyetli olmak zorundayız. Türkiye'nin en zor ve prestijli yarışlarından olan Açık Deniz Yat Yarışı, pratikteki adıyla Aşağı Yarışı, geçtiğimiz yıl Ada-Pupaadrenalin adlı teknemizle kendi sınıfımızda ikinci bitirdiğimiz, zorlu İstanbul-Çeşme ve Çeşme-Turgutreis etaplarından oluşuyor. Fazla esmeyen bir havada geçilen ilk etabı elli beş saatte kara görmeden tamamlıyoruz. Yarış boyunca içki yasağı var. Bizim kendimize uyguladığımız bir yasak bu. Tüm içkiler yarıştan önce tekneden atılıyor. Sadece tüm mürettebattan saklanan iki şişe şarabımız var. Finish hattını göğüslemek üzereyken şişeler çıkıyor. Aralıksız koşulan bu etabın bitmesine yakın, karaya ayak basmadan ikincilik kutlanıyor.




Denizde olmanın benim için iki önemli anlamı var. Birincisi doğaya meydan okumak. Hava ne kadar sert eserse essin, denizler ne kadar büyürse büyüsün, iddiamız bu sonsuz gücün bizi yenemeyeceğini göstermek. Tekneyi ve ekibi, her ne olursa olsun bir noktadan diğerine sağ salim ulaştırmak. Burada kazanmanın da tanımını yeniden yapmak gerek. Kazanmak rakiplere karşı birinci olmaktan öte, doğayla olan mücadeleden galip çıkmak gibi geliyor bana. İkincisi ve belki de daha önemlisi bu işi bir gurup insanla birlikte gerçekleştirmek. Bir takım olabilmek. Ekipteki herkese kayıtsız şartsız güvenebilmek ve aynı güven duygusunu da diğerlerinde yaratmak. İnsanoğlu belki de sevmekten, sevilmekten, aşık olmaktan daha çok güvenmeyi, güvenebilmeyi istiyor. Deniz size bu şansı cömertçe sunuyor. Bunu değerlendirebilmek de şüphesiz sizi daha iyi bir insan yapıyor.

1 yorum:

  1. Yaşananlar, kaleme dökülüp daha canlı hale gelip ve nefes almaya devam edince birer mucize haline geliyor..... Eline sağlık bu mucizeyi yarattığın için :)

    YanıtlaSil