30 Ocak 2012 Pazartesi

Bilmek Öğrenmek Gerek, Bölüm 2

B
Baba/Bita: İskele, rıhtım veya teknede halatları volta etmek için kullanılan, ağaç veya demirden yapılan kısa sütunlar
Badarna Etmek: Halatın sürtünüp aşınmaması için eski bir ip vb. gibi ile sarılması
Balançina: Bir çubuğun kaldırılıp indirilmesinde kullanılan halat veya telden kurulmuş palanga. Yelken indirilir ya da basılırken yatay konumda kalması için direk başından gelerek bumbanın ucuna bağlanan halat
Baştan Kara:  Teknenin başının sahile dik gelecek şekilde bir iskeleye yanaşması veya karaya yaklaşması, oturtulması
Bermuda Arma: Ana yelkenin uzun ve üçgen biçiminde olduğu arma türü
Bodoslama: Omurganın baş tarafında teknenin başını meydana getirmek için yukarı doğru konulan yekpare ağaç, omurganın yukarı kıvrılan kısmı
Bofor (Beaufort) Rüzgar Çizelgesi: Rüzgar esme gücünü tanımlayan 0 dan 12 ye kadar derecelendirilmiş çizelge. Bofor ya da kuvvet olarak söylenir
Borda: Teknenin dış tarafta ve su kesiminden yukarıda kalan yan tarafları
Borda Fenerleri: Gece yol alan bir teknenin her iki yanında taşıması gereken yeşil (sancak) ve iskele (kırmızı) seyir fenerleri
Bosa Tutmak: Bir halat veye zincirin üzerindeki yükü azaltmak için, bedenine bağlanan başka bir halatla koç boynuzu veya babaya bağlanmak sureti ile yükün paylaştırılması
Bumba: Yelkenin alt kısmının bağlandığı yatay çubuk

C
Camadana Vurmak: Yelken alanını küçültmek
Cenova: Büyük, üçgen ön yelken. Cenovanın arka yakası direk hizasından arkaya geçer.
Cıvarna: Yüksek tepelerden kopup gelen ve genellikle kıyıya dik açıyla inen ani ve şiddetli rüzgar.

Ç
Çapa (demir):  Teknenin dalga ve rüzgarla kaymasını engelleyip, onu sabit bir noktada tutan büyük ve ağır cisim
Çapariz:  Denizcilikte doğru gitmeyen, engelleyici, kötü anlamında, çeşitli durumlar için kullanılan terim
Çarmıh/Çarmık: Direkleri yandan destekleyen tel, çubuk vb. Armaya göre değişen üst çarmıh, orta çarmıh, alt çarmıh gibi türleri vardır
Çürük Su: Pervanenin su yüzeyine yakın veya kısmen suyun dışında dönerken boşa çalkaladığı için tekneyi ileri götürmeyen su

25 Ocak 2012 Çarşamba

Bilmek, Öğrenmek Gerek, Bölüm 1

Üçüncü gün, üçüncü yazı. Açık konuşmak gerekirse bu sürat beni biraz korkutuyor ama elim değmişken yazmadan da duramıyorum. Neredeyse günün her saati neler yazabilirim ve burayı takip eden insanlara daha başka ne sunabilirim diye düşünüyorum. Az önce aklıma bana göre parlak ama belki bazılarına sıkıcı gelebilecek bir fikir geldi ve yazmaya koyuldum.

Hemen her konuda hikaye, anı, anektod gibi kişisel mevzular karşı tarafı daha çok ilgilendirmiştir. Böyledir bu. Hele anlatan kişinin ağzı güzel laf yapıyor ve hikayeye bir ruh katarak anlatmayı becerebiliyorsa. Öte yandan ders çalışmak gibi formal okumalar ve belki de dinlemeler daha sıkıcı, kasvetli olmuşlardır. En azından benim için. Gelin görün ki insan hayatta her gün yeni bir şey öğreniyor ve kendi için bile sıkıcı olan bir durumu başkalarına diretebiliyor. Bu konuda içimi rahatlatan tek şey burada yazılanları okumak için kimsenin bir mecburiyeti olmaması. Dönem sonunda yapılacak sınavlar ya da yazılacak uzun kağıtlar da yok. Hal böyle olunca belki birilerinin işine yarar diye bir kaynak oluşturmaya karar verdim. Blog'un yazılamaya başlanma amacına hizmet edeceğini de düşündüğüm, sözlük tadında bir bilgi paylaşımını içeriyor bu adı geçen kaynak. Okuyucuya kolaylık olsun diye bir de isim taktım. Bilmek, Öğrenmek Gerek. Biraz gıcık bir isim farkındayım. Tez canlılığıma verin, isim bulmak için çok zaman kaybetmeyi pek sevmiyorum, iyi de değilimdir bu hususta.  Bu kaynakçaya eklenecek her bölüm aynı adla ve fakat bölümleri numaralandırılarak başlıklandırılacak. Böylelikle ilk bölümde sıkılıp, okumayı bırakan sonraki bölümlerde başlığı görüp hiç zaman kaybetmeden siber alemin başka coğrafyalarına doğru yol alabilecek.

Peki ama bu kaynakçanın konusu nedir? Madem denizcilikle ilgili yazıyoruz, konuyu merak edip de bilgi sahibi olmayan takipçileri denizcilik ve yelkencilik literatüründe kullanılan terimlerle tanıştırmak ve gereken hallerde internetin sonsuz labirentlerinde kaybolmak tehlikesi ile karşılaşmadan buradan bilgi sahibi yapabilmek.

Aganta Burina Burinata. Halikarnas Balıkçısı denildiğinde hemen hepimizin kafasında bir ampul yanar. Bu ampul bir süredir üzerimizde yanan loş ve kasvetli ampul gibi bir şey değil tabi biliyorsunuz.  Aganta Burina Burinata içinde denizcilik öyküleri olan onun yazdığı bir kitap. Hepimiz bu isme aşinayızdır ama ne manaya geldiğini bilmeyiz. Bu kaynak işte bunun gibi denizcilik terimlerini Bilmek, Öğrenmek Gerek başlığı altında toplamayı hedeflediğim bir dizi olacak.

Terimler, Amatör Denizcilik Federasyonu tarafından hazırlanan Amatör Denizci El Kitabı'ndan alınmaktadır.

Başlarken: Vira Bismillah


A
Aborda: Bir teknenin diğer bir tekneye veya iskeleye, rıhtıma tamamen bordasını vererek yanaşması. (aborda olmak)
Aganta: Denizcilikte "kaçırma, sıkı tut, dur" anlamında herhangi bir işlemi durdurma emri
Al Beraber: Kürekleri birlikte çekmek için dümencinin verdiği komut
Alabanda: Teknenin su kesiminden yukarıdaki iç kısmı, dümenin basılabildiği kadar sancak veya iskele tarafına basılması. (iskele alabanda)
Alabora: Bir teknenin ters dönmesi
Alarga: Bir teknenin sahilden açıkta durması
Alesta: Bir işin yapılması için "hazır ol" komutu
Anele: Hareketli demir halka
Apaz Seyri: Rüzgarı teknenin başına göre nispeten geniş bir açı ile alıp, yelkenler tamamen doldurularak yapılan seyir. Teknenin rüzgarla yaptığı açıya göre isimlendirilir. Dar apaz, apaz, geniş apaz.
Apiko: Demir alınırken çapanın deniz dibinden temasının kesildiği anda tekne ve zincirle bir çekül gibi aynı eksende bulunması
Arma: Teknede direk ve yelkenle ilgili tüm özellikleri kapsayan genel terim
Armuz: Ahşap teknelerde, teknenin yan kısmını ve güvertesini oluşturan kaplama tahtaları arasındaki boşluk
Arya: Bir halat vasıtasıyla yukarı çekilmiş olan seren, yelken, flama, fors, bayrak gibi şeylerin aşağı indirilmesi
Avara: Teknenin yanaşık olduğu yerden ayrılması
Ayı Bacağı: İki yelkenli bir teknenin rüzgarı pupadan (kıçtan) alarak ve bir yelkenini sancağa (sağ tarafa), diğer yelkenini iskeleye (sol tarafa) açarak yaptığı seyir



24 Ocak 2012 Salı

Uzak Ülkenin Birinde

İkinci gün ikinci yazı. Hayatımda pek çok şey var bugüne kadar başlayıp yarım bıraktığım. Müzik ve denizden hiç bıkmadım, zaman zaman çok üzülsem ve umutsuzluğa kapılmış olsam da. İstanbul Yelken Kulübü'nde yarıştığım yıllarda pek de öyle derece yapan bir sporcu değildim ve bu pek çokları için yelkeni bırakma sebebi olabilirdi ve olmuştu da ama benim için yelkencilik denizle bir buluşmaydı. Kendimi olabildiğimce özgür hissettiğim, Pan'ın nefesiyle oradan oraya savrulduğum bir macera. Karayı arkada bırakmak, ve bütün dünyadan ayrık bir noktada, oraya hem yakın hem de uzakta olmak. Yarışmak benim için kulüpten tekne alabilmenin bir yoluydu sadece. Yarışçı iseniz bir tekne verirlerdi size ve bir yelken. Dereceye giremezseniz başarısızdınız başkalarının gözünde ama bu hiç de önemli değildi benim için. Ben ne olursa olsun denizde olmalıydım.

Müzik ayrı bir serüven. İlkokuldan bile önce dayım elime bir ağız armonikası tutuşturmuş. Sabahtan akşama kadar çalıp duruyorum. Tabi o zaman nereden bileyim hayatımı bu işle kazanacağımı. Müzik ruhun gıdası derler ama beni, hayatımın hatırı sayılır bir bölümünde umutsuzluktan, depresyona kadar her türlü kötü ruh hali ile tanıştırmıştır. Benim ruhuma ilaç olmamıştır çoğu zaman. Lise yıllarında elime aldığım gitarı hiç bir zaman bırakmadım. Hala da bir nefer gibi taşımaktayım. Müzik serüveni uzun ve sayfalara sığmaz. İlk ciddi gurubum Serüven'in hikayesi biraz zorlasam kitap olur. Sonrasındaki solo kariyer denemeleri, Yüksek Sadakat ve daha nice hikaye. Söylemeye çalıştığım müzik de kendini bıraktıracak kadar zorlamıştır beni. Şarkılar yazıp bunları dinletememek büyük acıdır. Yaralanırsınız. "İnsanlar beni anlamıyor" diye düşünür umutsuzluğa kapılırsınız. Plak şirketlerinin kapısından döner, o hiç yapılmayacak toplantılar için gün sayarsınız. Kuvvetli olmak gerekir zira bu yolda yürürken çok darbe alırsınız. Bankacı ya da avukat olmamak için savaşır, sonunda müziğini hiç sevmediğiniz bir starın arkasında vokal yaparken bulursunuz kendinizi. O zaman da sorgulamaya başlarsınız hayat kararlarınızı. Ama ne şarkılarınızı anlamaya çalışmayan yapımcılar, ne provalara vaktinde gelmeyen müzisyen arkadaşlar, ne de maddi sıkıntılar bıraktıramaz size. Zira bir gün gelir bakarsınız bütün hayatınız yazdığınız şarkılardadır, hayatınız şarkılarınız olmuştur ve şarkılarınız da hayatınız. 

Bu blog işi ne kadar sürer, nereye kadar gider bilemem. Sanırım anlatmaya çalıştığım şey hayatımda ilgi ve istekle başladığım pek çok şey yerini hep başka bir şeylere bırakmıştır. İkinci gün ikinci yazı belki hızlı bir başlangıç sayılabilir ama gerisini bekleyip görmekten başka yapabileceğimiz pek fazla şey yok sanırım.

İlk yazının sonu Amerika'da okul yıllarında ilişkin bir ruh hali tasviri ile bitmişti. Bu hal bana birkaç hikaye hatırlattı. Bin dokuz yüz doksanların başları. Doksan bir ya da doksan iki senesi. Ben o zaman San Diego'da yaşıyorum. Master yapmak için gitmişim. Gittiğimde evlerinde dört ay yaşadığım aile ile görüşmeye devam ediyorum. Bu insanlar hayattaki en büyük şanslarımdan biri olmuş, bunu yıllar geçtikçe kavrıyorum. Her neyse babanın "Cinco di Mayo" adlı bir teknesi var, şehir merkezinde da bir marinada duruyor. Otuz feet civarında bir tekne bu. Zaman zaman hafta sonları denize çıkıp yelken basıyoruz. Mission Bay çok büyük bir liman adeta küçük bir iç deniz. San Diego'yu okyanustan ayırıyor. Bütün amatör denizciler okyanusa çıkmaksızın burada vakit geçiriyorlar. Bir hafta sonu yine ailenin benimle aynı yaşta olan oğlu  Chad ile teknedeyiz. Hava yatık, hiç rüzgar yok. Yasak ama biz yine de bir şişe şarap açmış, takılıyoruz. Yelkenler basılı ama hiç yol yapmıyoruz. Bir ara yanımızdan sadece ana yelkeni basılı bir halde içerisinde çok kalabalık bir mürettebat ile gri gövdeli devasa bir yat sessizce ve fakat o rüzgarsız hava için mucize denebilecek bir süratle akıp gidiyor. Tabi ben büyük bir merakla teknenin adını okumaya çalışıyorum. 

Stars and Stripes. Bu ismi yelken dünyasıyla ilgili hemen herkes bilir. Müzisyen olup da Rolling Stones'u bilmemek gibi bir şeydir Stars and Stripes'ı bilmemek. Skipper Dennis Connor. Amerika'nın en hatırı sayılır yarışçısı o zamanlar.  Bin dokuz yüz seksen üçte teknesi Liberty ile Avustralya'lıların Australia II' sine geçilip, dört yıl sonra Stars and Stripes ile kupayı Amerika Birleşik Devletleri'ne geri getiriyor. America's Cup Hall of Fame'e girmiş efsane bir skipper. O yıllarda dünyanın en büyük yarış organizasyonu olarak kabul edilen America's Cup için San Diego Yat Kulübü adına yarışıyorlar. Kupa o yıllarda ağırlıklı olarak San Diego ile New York arasında gidip geliyor. Biz o gün Stars and Stripes'ı gördükten sonra ben bu yarışa kafayı taktım. Bütün tekneleri görmek istiyorum ama bu pek mümkün gözükmüyor. Tekneler karadan geliyor ve çekek yerlerine sevk ediliyorlar. Orada bakımları yapılıp donanımları yapıldıktan sonra suya iniyorlar. Denizde görmek için de çok şanslı olmak gerek çünkü antrenman saatlerini bilmek mümkün değil. Bu arada bir gün meşhur Top Gun filminin sahnelerinden birinin çekildiği restoranda yemek yiyoruz. Hani Tom Cruise'un co-pilotu piyano falan çalar, orası işte. Yakınında liman ve çekek yerleri. Restoranın yolu üzerinde ben çekek yerlerini mimlemişim, muhakkak gidip bir bakmam lazım. Yemekten sonra soluğu orada alıyorum ama içeri girmek mümkün değil. Ancak çekek yerlerini çevreleyen tellerin dışından bakabiliyorsun. Şanslı günlerden biri olacak ki Fransız teknesini görebiliyorum. Hafızam beni yanıltmıyorsa bir de İspanyol'ların teknesi. Teknenin kıçından başlayarak sancak kıç omuzluğuna kadar görülebiliyor. Birde direği falan. Ancak yanında duran başka tekneler yüzünden tamamını görmek mümkün değil. Çekek yerine yapılan bu ziyaretleri tekrarlayıp duruyorum ama ne başka bir tekne görebiliyorum ne de içeri girme teşebbüslerim başarıya ulaşıyor.




O sıralar iş arıyorum, çalışma iznim yok ama yine de arıyorum. San Diego Meksika'ya sınırı olan bir şehir ve bu yüzden yasa dışı yollardan buraya gelen pek çok Latin Amerika'lı var ve çoğunluğu Meksika'lı. Ben de düşünüyorum bu kadar kaçak insana iş var, bana da bir iş vardır muhakkak diye. Neyse gazetelerde takipteyim. Bir gün bir ilan: Amerika Kupası'nda gazetecileri taşıyacak teknede çalışacak adam aranıyor diye. Düşünsenize bütün o tekneleri denizde yarışırlarken görebilme şansım var. Hemen ilandaki telefonu çeviriyorum, ve son ana kadar konuşma çok olumlu seyrediyor. Yelkencilik geçmişimi falan anlatıyorum ve görünen o ki iş çantada keklik. Artık yüz yüze görüşme vakti. Ancak kapatmadan hemen önce karşıdaki ses aksanımı soruyor. Amerika'lı olup olmadığımı ve çalışma iznimi de tabi. Çalışma iznim yok ve işi alamıyorum. Görüşme boyunca gözlerimin önünden akıp geçen film mutsuz bir sonla bitiyor. The End.

Hernan Raul Saucedo. Amerika yıllarında okulda tanıştığım Arjantin'li en yakın arkadaşım. Bizden biri. Zaman zaman denize çıkıyoruz. İkimizin de motosikletleri var ve şehrin altını üstüne getiriyoruz. Okulda başlayan arkadaşlığımız bugün hala sürmekte. Okuldan sonra akşamları birlikte çıkıyoruz. Gecenin sonu genellikle Garnet Avenue'da bulunan çok büyük bir kafede içilen kahvelerle son buluyor. Zanzibar. Çok sosyal bir ortam ve her zaman yeni insanlar tanıyarak vakit geçirdiğimiz bir mekan. Bir gece yine aynı mekandayız ve sabahın ilk saatleri. Yan masaya kalabalık ve oldukça sarhoş bir gurup insan oturuyor. Yabancı oldukları belli. Yanlarında Amerika'lılar var ve bizimkisi aksanlı İngilizce ise onlarınki ne ? Biz Fransız'ız diye avaz avaz bağırıyorlar. Yanık tenli tipler ve sonunda konuşma başlıyor, bir süre sonra öğreniyoruz ki o yıl America's Cup'a katılacak Fransız mürettebat. Kahve içerek ayılmaya çalışıyorlar. Ekibin hikayesini merakla dinliyoruz. Yaklaşık bir saat sohbetten sonra artık dağılma zamanı. Ertesi gün denize çıkıp antrenman yapacaklar. Yarışta başarı dileyip ayrılıyoruz. İki gün sonra gazetenin spor sayfasına bakıyorum ve Fransız teknesi ile ilgili bir haber. Bir gün önceki antrenmanda tekneyi karaya oturtmuşlar. Büyük sayılabilecek bir bir hasar var ama limana dönebiliyorlar. Deniz Fransız'lara ve dolaylı olarak da bana önemli bir ders veriyor. Ne kadar deneyimli ve profesyonel olursanız olun, onun şakası yoktur. Yirmi yıl önce aldığım bu ders bugün hala aklımdadır.

Denizciler içmeyi sever. Bunu herkes bilir. Ama biz dikkatli ve emniyetli olmak zorundayız. Türkiye'nin en zor ve prestijli yarışlarından olan Açık Deniz Yat Yarışı, pratikteki adıyla Aşağı Yarışı, geçtiğimiz yıl Ada-Pupaadrenalin adlı teknemizle kendi sınıfımızda ikinci bitirdiğimiz, zorlu İstanbul-Çeşme ve Çeşme-Turgutreis etaplarından oluşuyor. Fazla esmeyen bir havada geçilen ilk etabı elli beş saatte kara görmeden tamamlıyoruz. Yarış boyunca içki yasağı var. Bizim kendimize uyguladığımız bir yasak bu. Tüm içkiler yarıştan önce tekneden atılıyor. Sadece tüm mürettebattan saklanan iki şişe şarabımız var. Finish hattını göğüslemek üzereyken şişeler çıkıyor. Aralıksız koşulan bu etabın bitmesine yakın, karaya ayak basmadan ikincilik kutlanıyor.




Denizde olmanın benim için iki önemli anlamı var. Birincisi doğaya meydan okumak. Hava ne kadar sert eserse essin, denizler ne kadar büyürse büyüsün, iddiamız bu sonsuz gücün bizi yenemeyeceğini göstermek. Tekneyi ve ekibi, her ne olursa olsun bir noktadan diğerine sağ salim ulaştırmak. Burada kazanmanın da tanımını yeniden yapmak gerek. Kazanmak rakiplere karşı birinci olmaktan öte, doğayla olan mücadeleden galip çıkmak gibi geliyor bana. İkincisi ve belki de daha önemlisi bu işi bir gurup insanla birlikte gerçekleştirmek. Bir takım olabilmek. Ekipteki herkese kayıtsız şartsız güvenebilmek ve aynı güven duygusunu da diğerlerinde yaratmak. İnsanoğlu belki de sevmekten, sevilmekten, aşık olmaktan daha çok güvenmeyi, güvenebilmeyi istiyor. Deniz size bu şansı cömertçe sunuyor. Bunu değerlendirebilmek de şüphesiz sizi daha iyi bir insan yapıyor.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Bu Macera Nasıl Başladı...


         Çocukluğumdan kalan en taze hatıralar hiç şüphe yok ki denizle ilgili olanlardır. Bizden sonraki kuşakların kısmen de olsa bildiği "yazlık ev" hepimize denizi ve denizle ilgili olan pek çok şeyi öğretmiş ve sevdirmiştir.  Bindokuzyüzyetmişli yılların İstanbul'u halen sayfiye mekanları ile çevrili, denizin şimdiki gibi yanıbaşımızda ve fakat uzak bir hayal olmadığı bir İstanbul'du. Yüzmeyi, balık tutmayı, kürek çekmeyi ve sonraki yıllarda yelken yapmayı neredeyse bir hayat biçimi haline getirmemiz biraz da bundandır.
Yazlık evimiz şimdilerde Tuzla Tersaneleri'nin ele geçirdiği Tuzla'nın Güzelyalı semtinde denize sıfır bir evdi. Eşin dostun teknesi ile balığa çıkılır Pavli'ye gidilir, mendirekteki deniz altı tarlasından midye ve istiridye toplanır ve afiyetle yenirdi. Zaman zaman babalar işteyken tekneler kaçırılır Mercan Yuvası'ndaki Ankara Mercan Klübü'nün kıyısına demirlenir ve bütün gün teknelerde ve denizde zaman geçirilirdi. Geceleri Merkez Bankası'nın dinlenme kampındaki yazlık sinemanın önüne kadar gelinir ve unutulmaz Türk filmleri izlenirdi.  Gece vakti ses çıkarıp etrafı rahatsız etmemek için de kürek çekilirdi. En unutulmaz anlar yakamozun bolca olduğu gecelerdi. Küreklerin yardığı sudaki ve omurganın bırtaktığı izdeki yakamozları seyretmek benim için samanyoluna bakmak  gibi birşeydi
Günlerden birgün babam işten eve gelip beni alıp, şehrin hiç bilmediğim uzak bir köşesine götürdü. Ayvansaray. İçinde bulunduğumuz nokta ise her  yanda ahşap teknelerin yapıldığı büyük bir imalat yeriydi. O zaman bana devasa bir yer gibi görünmüştü. Meğer babam orada çok meşhur bir ustaya bir tekne siparişi vermiş. Beşbuçuk metrelik bir sandal. Ayna kıç, fırınlanmış gürgen  ağacından. Çok sağlam, hafif ama ince yapısı ile çok denizci bir tekneydi. Adını da rahmetli annemden almıştı: Latife.  Teknenin yapımını hemen hergün oraya giderek izledik. Makbul olan mümkün olduğunca az çivi kullanmakmış. Ahşabı öylesine iyi kesip biçiyorlar ve birleştiriyorlar ki adeta hiç çivi kullanmaksızın birbiri ile öpüşen elemanlar, tahtanın suyu yediği zaman şişme payını da düşünecek olursak adeta birbirlerine kenetleniyorlar. Yaz sonuna doğru teknemiz hazır olduğunda Ayvansaray'dan Güzelyelı'ya ilk seferini yaptı. Tercih ettiğimiz motor bir dıştan takma Seagull oldu. Beşbuçuk metre bir sandal ve beşbuçuk beygir gücünde bir Seagull. Uzun şaftı sayesinde lodos fırtınalarında bizi iri dalgalardan güvenle çıkardı. Anıları bir kitap dolduracak kadar taze ve zengindir.
Denizle iç içe yürüyen bu hayatta yelken dünyasından ayrı kalmak neredeyse imkansızdır. Denizin büyüsü ve sonsuz dünyasıyla tanıştıktan sonra vedalaşmak olacak bir iş değildir. Denize bağlandıkça o da size cömertliğini gösterir. Kimi zaman bereketi ile ağlarınızı doldurur, kimi zaman rüzgarını esirgemeden size sunar. Uzak diyarlar keşfetmenize olanak sağlar. Kimi zaman fırtınaları ile sizi sınar. Fırtınalı bir denizden paçayı kurtarmış bir insanın özgüven konusunda önemli bir yol katettiği muhakkaktır. Deniz ve denizlerde olmak, insanın kendini tanımasında bile önemli bir rol oynar.
Birgün balıkıtan dönmüş akşam yemeği için hazırlanırken babamın çok eski arkadaşlarından biri çoluk çocuk bir baskın yaptılar. Oldukça eski arkadaşlar sıcak bir şekilde karşılandı laf lafı açtı. Sonunda muhabbet gelip bize yani çocuklara ve bizlerin kişisel gelişimleri gibi konulara kilitlendi. Çocuklar o sene kış sezonunda başlayacak olan bir yelken kursuna katılacaklarmış. Kursu düzenleyen İstanbul Yelken Klübü, kışlık evimize çok yakın bir yerdeydi. Bana da sordular ister miyim diye. Hiç tereddütsüz istedim ve yelkencilik kariyerim bir anlamda masa başında başlamış oldu. Bütün kış boyunca aldığımız teknik bilgi ve formasyon zaten denizden uzak olmayan hayatıma daha derin ve bilgi ile bezenmiş bir kapı açtı. Tek sorun baharın bir  türlü gelmek bilmeyişiydi. Zevkli ama uzun bir teknik eğitimden sonra nihayet bir Mayıs günü optimistlerle denize açıldık. Yekeyi tutup, iskotayı çekerek yelkeni rüzgarla doldurup, apaz kontra Moda Burnu'na doğru hareket ettiğim an sanki bugün gibi aklımda. Yelkene duyduğum aşkın gerçek anlamda start aldığı an odur.
Rota İzmir'in turuncu boyalı ahşap optimistleri ve branda yelkenleri ile geçen kursiyerlik yazındaki tek hayalim, sezon sonunda yapılacak olan yarışlarda dereceye girerek lisanlı bir yelken sporcusu ve yarışçısı olmaktı. Sezon sonundaki yarışta ilk üçe girerek yarışçılığa adım attım ve yıllar boyunca klübüm adına yarıştım. İtiraf etmek gerekirse denizde duyduğum heyecan ve o zamana göre kurt yelkencilerle aynı sınıfta yarışmak fazla bir derece yapmama engel oldu. Derece yapmak ve kupalar almak tabi ki çok önemliydi ama en önemlisi deniz üzerinde olmaktı. İlerleyen yıllarda iki kişilik teknelerde ekip olarak yarışmaya başladık. Sırası ile Cadet ve 470 sınıflarında yarıştım. Trapez yapmak, kendini çarmıh tellerine asarak teknenin dışına taşmak, balon basmak, kavança  atmak eğlencemizin birer parçasıydı. Start hattında iyi bir yer kapmak için verilen mücadele, protesto bayrakları, fodepara düşmemek için harcanan çaba ve beş dakika bayrağı çekildiği anda pompalanan adrenalin ilk hatırladıklarım.
Zamanın en önemli yelkenci ailesi Kalkış'lardan, İbrahim Kalkış Türkiye'nin ilk sörf yarışçılarındandır. Hafızam beni yanıltmıyorsa Mistral'in M1 adlı sörfü ile yarışmaya başlamış ve bana da sörf sınıfında yarışmam için teklifte bulunmuştu. O zaman dümensiz bir teknede yarışmak fikri biraz anlaşılmaz gelmiş ve sörfle ilgilenmemiştim. Sonraki yıllarda halen sürdürmekte olduğum rüzgar sörfü işine de başladım. Benim için hala yelkenli bir teknede olmanın verdiği hazdan uzaktır ama ne olursa olsun denizde olmak, doğayla mücadele etmek, rüzgarın gücü ile bir noktadan diğerine varmak tarifsiz bir güzelliktir.
Zamanında hepimizin başına bela olmuş ve halen de genç insanların başında olan üniversite seçme sınavları ve ailelerin çocukları için duydukları yoğun kariyer endişesinden nasibini almış biri olarak liseyi bitirmeme yakın yıllarda çok sevdiğim yelken sporundan zorunlu olarak ayrı kaldım. Belirtmeliyim ki bu esaretin sınavlara pozitif bir katkısı da pek olmadı. İlk sene girdiğim üniversite sınavında başarısızlık umuyorum benden çok aileme bir ders olmuştur. Çocuğun hayat damarlarından birini keserseniz sağlıklı düşünemez, sağlıklı davranamaz. Bizler bu işleri yaşayarak zor yoldan öğrendik. Aldığımız ders umuyorum ki kendi çocuklarımızda aynı hataları yapmamızı engelleyecektir.  Kulüpten, yelkenden, arkadaşlardan uzak kalmak beni o yıllarda sanki öldürdü. İki yıl sonra klübe döndüğümde garip bir şekilde kendimi çok uzak ve yabancı hissetmiştim. Derken üniversite yılları salon sporları ve yeni arkadaşlıklarla örgülenen hayat klüpten ve yarışçılıktan uzak kalmama neden oldu.  Ancak yazlık hayatı kısmen de olsa devam ediyordu. Güzelyalı'da şans eseri birkaç evde yelkenli tekneler vardı. Bir adet Pirat ve bir adet Snipe. Sahipleri ile uzun zamandır arkadaştık ve klüpten uzak geçen yıllarda bu teknelerle hemen hergün denize çıktık ve yelkenciliği bir şekilde devam ettirdik.
Üniversiteden sonra yüksek lisans eğitimi için Amerika Birleşik Devletleri'ne gittim. Okul seçerken ilk kriterim denize kıyısı olan bir şehir olması ve tabi iklimin de denize çıkmaya uygun bir iklim olmasıydı. San Diego bu için biçilmiş kaftandı ve seçimimi bu yönde yaptım. İlk dört ay boyunca yanlarında yaşadığım ailenin Cinco di Mayo adlı bir yatı vardı ve gereken samimiyeti kurduktan sonra hemen her hafta sonu denize açılıp yelken bastık. Mission Bay 'de demirli olan tekne ile Coronada Adası'ndaki Amerikan donanmasının en büyük üslerinden birine kadar gittik. Orada denizaltıları, savaş gemilerini gördük. America's Cup'ın San Diego'da düzenlendiği yıllarda okyanusa açılıp bu muhteşem yarış makinelerinin su üzerindeki inanılmaz seyirlerine tanıklık ettik. Bir gün Mission Bay'de voltalarken nerdeyse hiç esmeyen hava ile efsanevi Stars and Stripes'ın yanımızdan sadece ana yelkenle nasıl süzülüp gittiğine hayretler içinde şahit olduk. Zaman zaman kiraladığımız katamaranlarla okyanusa yelken açıp dev dalgalarla boğuştuk.
America's Cup'ın San Diego'da düzenlendiği bir yıl, katılımcı teknelerin şehre gelişlerini bir  bir izledim. İspanyol ve Fransız teknelerini çekek yerine kadar takip edip bu muhteşem yarışçıları karada bile uzun uzun seyrettim. Değişmeyen tek şey çekek yerlerindeki kokuydu.  Raspalanan ahşaptan çıkan talaş kokusu, kalafat edilen teknelerden gelen macun kokusu, vernik kokusu. O zamanlar uzak bir ülkede yirmili yaşlarının başlarında bir genç adam  kimbilir belki de çocukluğunda İstanbul Yelken Klübü'nde geçirdiği yılların, kurduğu hayallerin peşinden koşmaya devam ediyordu.  Kimbilir belki de , o çekek yerinde, o teknelere bakarken, çocukluğuna ve kendine dair herşeye her zamankinden daha yakında duruyordu.